Fethullah Gülen’den Başbakan Erdoğan’a uyarı üstüne uyarı
AKP – Cemaat kavgası başladıktan sonra 23 Kasım 2011’de
dolaşıma soktular…
O tarihte Zaman gazetesinde; Fethullah Gülen’in Ağustos 2005
tarihli Sızıntı’da yayınlanan yazısı yeniden tam sayfa basıldı.
O yazının ana teması “kibirli insanlarla” ilgiliydi.
İsim verilmiyordu; ama Cemaat’in “kibirli” derken kastettiği
adres açıktı: Başbakan Erdoğan.
Sonra ara ara aynı “kibirli” suçlaması Cemaat medyasının
satır aralarına kondu.
Ve şimdi…
Fethullah Gülen Pensilvanya’dan yeni açıklamalar yaptı.
11 Kasım Pazartesi tarihinde yayınlandı.
“Bamteli” adı verilen sohbette bu kez neler yoktu ki…
Kibirli insanlardan, iktidar sahiplerinin servete
düşkünlüğüne; Hitler’den, bulunduğu konumu şahsî çıkarları hesabına
değerlendirmeye kalkışanlara…
Sözü dolandırmaya gerek yok: AKP-Cemaat kavgasını Türkiye’de
en başından beri yazan Odatv olarak biliyoruz ki; bu sözlerin muhattabı
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan!
Ne dersiniz, Cemaat yerel seçim öncesi olası “yolsuzluk”
dosyalarının uyarısını mı yapıyor?
İŞTE O AÇIKLAMALAR
Gelin neler demiş Fethullah Gülen, okuyalım:
- İnsanın kendi konumunu belirlemesi ve Hak karşısında ona göre
bir duruşa geçmesi çok önemlidir. Kendi konumunu belirleyememiş olanlar için
iktidar, servet ve makam gibi nimetler yanıltıcı birer unsura ve öldürücü birer
virüse dönüşebilir.
- Bazen insanın güçlü olması onu yanıltabilir. Cenâb-ı Hakk’ın
kudretini ifade eden isimlerinden biri her şeye gücü yeten manasına “Kâdir”,
bir diğeri ise kâdir kelimesinin mübalağalı şekli olup çok güçlü, istediğini
istediği gibi eksiksiz, kusursuz ve tam yapan, nâmütenahi kudret sahibi
manasına “Kadîr”dir. Cenâb-ı Hak bir iktidar verdiği zaman bazen insan o konuda
yanılabilir ve hafizanallah Zât-ı Ulûhiyete ait hususiyetleri hiç farkına
varmadan -doğrudan doğruya olmasa bile dolaylı yoldan- sahiplenebilir.
“CEHENNEME ATARIM” VE HİTLER ÖRNEĞİ
- “Kibriya, benim ridâm, azamet ise benim izârımdır. Kim benimle
bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e
atarım.” buyurmaktadır. Demek ki, kendini büyük görüp kibirlenen bir insan, bu
ilâhî sıfatlarda Allah’a şerik olmaya kalkışmış sayıldığından Cenâb-ı Hak,
böyle bir insanı derdest edip Cehennem’e atacağı ikaz ve uyarısında
bulunmaktadır.
- Farkına varmadan büyüklük çağlayanına kendini salan insanlar
çok defa hem kendilerini mahvetmişler hem de çok insanın kanına girmişlerdir.
Sezar, Roma mefkûresini kendi heva ve hevesine çiğnetmiş; Napolyon, Büyük
Fransa idealini hırslarının ağına hapsetmiş ve öldürmüş; Hitler, Büyük Almanya
gaye-i hayalini maceralı çılgınlıklarıyla yiyip bitirmiştir. Gönlünü Kur’an’a
vermiş, adanmışlık mülahazası içinde meseleyi götüren insanlar kibre karşı hep
mesafeli durmalılar; akıllarına azıcık “Ben bir şeyim!..” diye geldiği zaman
günah-ı kebâir işlemiş gibi tevbe etmeliler.
BULUNDUĞU KONUMU ŞAHSİ ÇIKARLARI HESABINA…
- Bir taraftan kendini büyük görmeye sebebiyet vermesi bir
taraftan da insandaki hırs duygusunu beslemesi ve “kazanma.. kazanma.. ille de
kazanma..” düşüncesini büyütmesi açısından servet ve imkan da bazen öldürücü
bir virüse dönüşebilir.
- Bin kazandığımız zaman, şayet içinde bir tane haram varsa,
onun içine bir tane haksızlık girmişse, geri kalan dokuz yüz doksan dokuzu da
kirletmiş oluruz ve Allah hepsinin hesabını sorar. Zaten, hadis-i şerifin
ifadesiyle, zekatı verilmemiş bir mal bütünüyle kirlidir.
- “Derken Kârun, ihtişam ve debdebe ile kavminin karşısına
çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, ‘Keşke Kârun’a verilenin benzeri bize de
verilseydi, doğrusu o çok şanslı’ dediler.” (Kasas Sûresi, 28/79) âyetinin
ifadelerine göre Kârun, hayatı itibarıyla büyük bir kibir, çalım, gösteriş ve
debdebe içindeydi. O servet ve imkanın altında kalıp ezildiği gibi başkalarına
da kötü örnek oluyordu. Bugün de bulunduğu konumu şahsî çıkarları hesabına
değerlendirmeye kalkışanlar, aynı zamanda başkalarına kötü örnek olduklarından
onların veballerini de yüklenmiş sayılırlar.
- Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) kavminden olan
Kârun’a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun zorla
taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o, bu serveti kendi becerisiyle
kazandığını iddia etmişti. Hakk’ın kendisine yaptığı iyilik ve ihsanlara bir
şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde, iyiliğin
arkasındaki iyilik sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına salıvermiş
ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh fahûr yaşamaya ve
ifsada başlamıştı. Tabiî Cenâb-ı Allah da yaptıklarının karşılığı olarak onu
bütün varlığıyla beraber yerle bir etmişti. Böylece Kârun, ulü’l-azm bir
peygambere yakınlığın hakkını veremeyip kazanma kuşağında kaybeden ibret
vesilesi, tâli’siz bir servet sahibi olarak tarih defterinin yaprakları
arasında yerini almıştı. Evet, Karun, kendisine lütfedilen nimetler karşısında
tavır ayarlaması yapamaması, inkâra sapması yüzünden neticede sahip olduğu her
şeyle beraber yerin dibine geçirilmekle cezalandırıldı ki Kur’ân bunu şöyle
resmeder:
“Nihayet Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Zaten
onun ne Allah’a karşı kendisine yardım edecek avenesi vardı ne de kendini
savunup kurtulabilecek durumdaydı.” (Kasas Sûresi, 28/81) (13:04)
- Bir hadis-i şerifte “Dünya bir cîfedir (leştir, pisliktir);
onun talipleri ise köpeklerdir!” buyurulmaktadır. Bir başka hadis-i şerifte
ise, “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır!” denmektedir.
İKTİDAR, SERVET VE RAHATA DÜŞKÜNLÜK
- Rahata düşkünlük de bünyeye musallat olmuş öldürücü bir
virüstür. Tenperverlik kanserden daha tehlikeli bir hastalıktır.
- İktidar, servet ve rahata düşkünlük virüsleri birbirlerini de
destekler durur. Bazen servetten büyüklük doğar, bazen büyüklük servet hesabına
kullanılır ve bazen de o büyüklük o servet insanda rehavet hissi hâsıl eder. Bu
marazlara düşmüş kimseler, bir de kalkıp “Bunca zaman koştuk, hizmet ettik;
“humus” (ganimetin beşte biri) kullanmak da bizim hakkımız!” demek gibi şeytanî
mırıltılarla gayr-ı meşru tavırlarına meşruiyet bahanesi aramaya çalışırlar.
- Beklentiye düşme ve takdir görmeyi isteme de bir öldürücü
virüstür. Halbuki mümin, övülmeyi sövülme gibi görmeli ve her işini sadece
Allah’ın rızasına bina etmelidir.
- Hizmetleri karşısında Allah rızasından başka beklentilere
girenler, “Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla
safa sürdünüz. Allah’ın verdiği o güzel ve hoş nimetleri israf edip bitirdiniz.
Hakkınızı dünyada kullanıp ahirete bir şey bırakmadınız” (Ahkâf Sûresi, 46/20)
âyetinin tokadına maruz kalırlar.
HER TÜRLÜ MAKAM KARŞISINDA…
- Bizim en büyük kredimiz istiğnadır; her türlü makam ve mansıp
karşısında müstağnî davranmamız lazımdır. Makama bağlı vazifeler istenmemeli;
talepsiz verildiğinde ise, ancak kerhen kabul edilmelidir. Bu meselenin tek
istisnası vardır: Şayet bir vazifeyi sizin ölçünüzde yapabilecek başka bir
müstakim mü’min yoksa, Hazreti Yusuf’un “Beni ülkenin hazinelerinin başına
tayin et; çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim.” (Yusuf Sûresi,
12/55) diyerek Kıptîler içinde vazifeye talip olduğu gibi, o vazifeyi talep
etmekte mahzur olmayabilir. Hazreti Yusuf (aleyhisselam), bu sözü hiçbir
müslümanın olmadığı, peygamberlik esintilerinin bulunmadığı, Allah’ın
bilinmediği bir yerde vazifeyi talep sadedinde söylemiştir.
- Cevdet Paşa’nın, “Kısas-ı Enbiyâ”da temas ettiği üzere,
riyâsete talip olmamak ve belli bir vazifeye tayin istememek gerektiği
yönündeki nebevî uyarıları duyup dinleyen Hazreti Ebû Bekir (Allah’ın rıza ve
rıdvanı onun üzerine olsun), Hazreti Ali’ye (radiyallahu anh) gönderdiği bir
mektupta bu mevzuyla alâkalı şu ölçüyü dile getirmiştir: “Vazife onundur ki, o
‘benim değildir’ der. Onun değildir ki, o, vazifeye ehil olduğunu iddia eder.”
0 comments
Write Down Your Responses