Can Ataklı ile Günün Yorumu
Can Ataklı’nın Ulusal Kanal ekranlarından 25 Eylül 2013’te
yaptığı yorum şöyle;
25 Eylül 2013 Çarşamba 20:16 Önce Amerika’ya bir uzanalım.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Amerika gezisi sürüyor. Gül başta Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu olmak üzere pek çok yerde konuşuyor. Dün Amerika
temasları ile ilgili bazı bilgiler vermeye çalışmıştım.
Gül’ün bazı sözleri sanki Başbakan’la ters düşüyor gibi
algılansa da, bana göre Cumhurbaşkanı Amerika’da AKP’nin çizilen imajını
düzeltmeye çalışıyor. Bunun da ötesinde üstü kapalı olarak “Evet biraz hatalı
davrandık, ama bunları düzeltiriz, hiç merak etmeyin Türkiye daima sizin
yanınızda olacaktır” mesaj vermeye çalışıyor.
Gözlediğim kadarıyla Gül iki taraftan birden yürüyor.
Birincisi Erdoğan’ın harcanmamasını, hani o ünlü danışmanın bir zamanlar
söylediği gibi “süpürmeyin kullanın” politikasının sürdürülmesini sağlamaya
çalışıyor.
BİZ NE GÜNE DURUYORUZ?
İkincisi ise ola ki Erdoğan gidecek, o zaman “biz ne güne
duruyoruz, merak etmeyin biz sizin için her şeyi yaparız” denmek isteniyor.
Her iki durumda da Türkiye’nin Amerika’ya bağlılığının
gösterisidir aslında.
Gül belki de “Tamam rahatsızlığınızı anlıyoruz, ama sakın
atı değiştirmeye kalkmayın, sürücü ile yetinin” diyordur.
Bilemem artık. Gül’ün bu konudaki temaslarının yansımalarını
bir hafta 10 gün sonra Amerikan basınından öğreniriz.
Şaşırmayın bu hep böyle olmuştur. Ayrıca sadece bizim için
değil dünyanın pek çok ülkesi için geçerlidir bu. Amerika’daki bazı resmi
ayrıntılar günün gününe ve resmi ağızlardan açıklanmaz. Amerikan medyasına
aktarılır onlar açıklarlar.
AMERİKAN SİSTEMİ
Madem laf buraya geldi bir parantez açıp sistemi size de
anlatayım.
Diyelim ki Başbakan Amerika gezisi yaptı, tabii en önemli
görüşme Beyaz Saray’da olan. Burada klasik görüntü şudur. Görüşme yapılır.
Muhtemelen Obama’nın ofisi “görüşme için 1 saat ayrıldı” açıklaması yapar. Ama
bu hiçbir zaman aynen gerçekleşmez. Görüşme mutlaka uzar. Bunun karşı ülke
liderine bir jest olduğunu söylemeliyim. Bizim gibi Amerikan bağımlısı ülkeler,
Amerika ile ilişkilerini kendi halklarına bir başarı manzumesi gibi sunmak
isterler. İşte Amerikan yönetimi jest yaparak bunu sağlar. Görüşme bir saat
için planlanmıştır ama bir saat 45 dakika sürer örneğin.
Hatırlayın Erdoğan’ın son gezisinde de aynısı oldu. Ertesi
gün gazeteler ve televizyonlar “Başkan bir saat ayırmıştı ama görüşme 45 dakika
uzadı” manşetleri atarlar. Vatandaş “Vay canına koskoca Amerika başkanı bütün
programını aksatmış, demek ki bizim başbakan önemli sözler söyledi” falan
diye sevinir.
İnanmayan arşivleri biraz karıştırsın, Özal’dan Demirel’e,
Çiller’den Ecevit’e her Amerika gezisinde bu manzara mutlaka yaşanır. Herkes
günü gününe yaşadığı için “yahu eski başbakanlara da aynısı yapılmıştı” diye
düşünmez bile. Neyse.
Beyaz saray’da yapılan görüşmelerden sonra iki lider mutlaka
bahçeye çıkıp medyanın karşısına geçer. Bunun da seromonisi vardır. Örneğin yan
kapıdan çıkıp birlikte yürürler, fotoğraf çekilmesine olanak tanırlar. Ayrıca
bu kısa yürüyüş sırasında Amerikan Başkanı muhatabına mutlaka haber olacak bir
şey yapar. Ne bileyim, koluna girer, elini omzuna atar, kahkahalar içinde yürür
falan. Bu da o ülke medyası için önemlidir. Haber Amerikan başkanıyla samimiyet
gösterisi olarak sunulur. Vatandaş da sevinir.
HER ŞEY SÖYLENMEZ
Ardından medya önünde açıklamalara geçilir. Bu açıklamalarda
asla çok kesin, katı veya insana “vay be” dedirtecek hiçbir şey söylenmez. İyi
ilişkilerden, fevkalade geçen konuşmalardan, ortak düşüncelerden söz edilir.
Herhangi bir sorun, fikir ayrılığı veya içerde geçmiş bir tartışmadan tek
kelime bile dilden dudağa getirilmez.
Konuk başkan başbakan artık her kimse ülkesine döner. Ülke
medyası Amerika seferinin başarısını falan anlatır birkaç gün.
Ta ki Washington Post, New York Times, Wall Street Journal
gibi dünyaca ünlü ve ciddi gazetelerde bir makale çıkana kadar.
İşte lafı getireceğim Amerikan sistemi budur. Eğer iki ülke
arasında bir sorun; anlaşmazlık veya bir tartışma varsa Beyaz Saray ne ortak
basın toplantısında ne da sonrasında hiçbir şekilde bunu dile getirmez. Bunun
yerine ciddi ve dünya çapındaki gazetelerin bazı yazarlarına ya da editörlerine
el altından bilgi verir. O yazarlar aldıkları bu bilgileri kendi yorumlarını da
katarak yazarlar.
Örneğin son Amerika gezisinde Obama’nın Erdoğan’a bir Suriye
operasyonu yapılmayacağını söylediğini bizler o resmi açıklamalardan değil bir
hafta sonraki Washington Post Gazetesi’nden öğrenmiştik.
Yine bir başka Amerikan gazetesinden Suriye sınırımızdaki El
Kaide tehdidinin Amerika’yı rahatsız ettiğini de öğrendik.
Birkaç gün önce yine bir Amerikan yayın organı, şu anda
adını hatırlayamayacağım bir gazete, muhaliflere kimyasal gazların Türkiye
üzerinden gittiğini iddia etmişti. Konu biliyorsunuz daha sonra Birleşmiş
Milletler’e kadar gitti.
Yani diyeceğim Gül de, tabii Beyaz Saray’la değil, ama
çeşitli Amerikan resmi ve gayrı resmi kurumlarıyla görüşmelerde bulunuyor,
konuşmalar yapıyor. Elbette ona da bazı şeyler söyleniyor. Ayrıntılarını bir
hafta 10 gün içinde Amerikan basınından öğreniriz nasıl olsa. Aceleye gerek yok
yani.
GEZİDEN GURUR DUYUYOR AMA
Sevgili izleyiciler, Gül’ün herkese açık yaptığı
konuşmalarda hayli ilgi çekici noktalar var, biraz da bunlara değinmek
istiyorum. Dün de söz etmiştim, Gül Gezi olaylarının başlangıcından gurur
duyduğunu söylemişti. Tuhaftır bu konuşma metni Cumhurbaşkanlığı internet
sitesinde de yayınlandı. Ama nedense bu cümleyi çıkarmışlar. Yayına girmeden
arkadaşlara sordum, o cümle hala eklenmemişti. Yani bir tür sansür devam
ediyor. Acaba Cumhurbaşkanı bu sözleri söyledikten sonra pişman mı oldu yoksa
Ankara’daki bir el “koymayın o cümleyi mi” dedi. Bilemem. Ama neresinden
bakarsanız bakın saçma sapan bir durum. Haber yayınlanmış. Millet bu cümleleri
bizzat Gül’ün ağzından duymuş. Bu saatten sonra internet sitesinde koysan ne
olur koymasan ne olur. Anlayamadım yani. Teknik bir hata desek, o da bula bula
bu cümleyi mi buldu, bu kadar mı tesadüf olur. Ayrıca madem durum kamuoyuna
yansıdı, hala o cümlenin konmamasının ne anlamı var. Bilemem artık.
Gül gezi olayları ile bu şaşırtıcı konuşmayı yaptı yapmasına
ama, ardından her nedense Erdoğan üslubunu ortaya koyan şeyler de söyledi.
Amerikalılara ders verir gibi sordu “Washington’da göstericiler sokaklarda
toplanıp lastik yaksalar, Amerikan polisi buna ne yapar, izin verir mi?” diye
sordu.
Tam Türkiye’de halkın gözünü boyamak için kullanılan bir
yöntem. İktidar ve yalakalara aylardır bu teraneyi tekrarlıyor. Efendim
dükkanlar yağmalanıp, insanlar dövülürken, ateşler yakılıp Molotoflar atılırken
polis eli kolu bağlı oturacak mıymış? Ne olup bittiğini pek izlemeyen insanlar
da tabii bu sözlere hak veriyor “Olur mu canım öyle şey” diyor. Hatta hani
kahvelerin bilmişleri vardır ya, onlar gibi ortaya çıkanlar da çok “Abi sen
bunu Amerika’da yap bakalım başına ne geliyor?” Hatta bir televizyon kanalı
gazetecileri toplayıp böyle bir açık oturum yapmıştı Gezi Parkı olayları
sırasında. Hepsini yakından tanıdığınız gazeteciler Amerika’da Avrupa’da
polislerin göstericilere nasıl kötü davrandıklarını anlatmışlardı. Biri öyle
ateşli anlatıyordu ki “Sıkar abi, sen Almanya’da polise bırak taş atmayı, şöyle
yan gözle bak ne oluyor, aldığı gibi yere yatırır kelepçeyi takar.” Kısaca
söyledikleri açık ve netti. Polistir bunu yapar, ayrıca bizim polis az bile
yapmış.
KIYASLAMA TEHLİKELİDİR
İşte Cumhurbaşkanı Gül aynı mantıkla Amerika’lılara
seslendi. Demeye getirdi ki “bizdekilerin demokrasiyle, özgürlüklerle ilgisi
yok, onlar yakıp yıkmacı sadece, biz de kafalarını kırdık.”
Gül’ü izleyen Amerikalılar bıyık altından gülmüşler midir,
bilemem ama, kendi ülkende olan bir olayı başka ülkelerle kıyaslamaya kalkmak
bana çok akıllıca ve mantıklı gelmiyor.
Kıyaslamalar belki bir an için dinleyenleri etkileyebilir
ama maazallah biri çıkıp da “Sayın Türkiye Cumhurbaşkanı, madem kıyaslamayı
seviyorsunuz, başka şeyleri de kıyaslayalım mı o zaman” derse ne olacak?
Ne mi örneğin. “Bizde polisler suçu ne olursa olsun bir
kişiyi linç eder gibi döver ve ölümüne neden olursa kamuoyu ayağa kalkar, yargı
harekete geçer ve o polisler en ağır biçimde cezalandırılır, sizde bu olursa ne
yapıyorsunuz” diye sorsa, Cumhurbaşkanımız ne diyecek? Haaa belki “Bizde olmaz
böyle şeyelr ama deyin ki olsa vali çıkar onu arkadaşları polisi zor duruma
düşürmek için öldürmüşler” diyebilir.
Ya da biri çıkıp “Bizde erkek polisler herhangi bir kadın sanığı
çırılçıplak soyup aramaya kalkarsa onu fena yaparız, siz ne yaparsınız” diye
sorsa.
Haydi bu olmadı diyorsanız, bir başka biri çıkıp da “Bizde
yargı bağımsızdır, hakimlere karışamayız. Sonu başından belli bir dava bizde
olmaz, sizde olabilir mi” diye sorsa. Ne olur? Cumhurbaşkanı öylece kalakalır
değil mi?
Ya da biri çıkıp “Sayın Cumhurbaşkanı, bizde insanlar kim
olursa olsun devlet büyüklerini de protesto edebilir. Biz buna karışmayız,
göstericileri kafa göz yararak gözaltına almayız. Örneğin size yönelik bir
protesto oldu, ona da karışmadık. Sizde nasıl oluyor bu işler” diye soruverse
Cumhurbaşkanı “valla bizde de aynı” diyebilir mi?
O PROTESTOLAR BİZDE OLSAYDI
Gül’e protesto deyince aklıma geldi. Önceki gün haberlerde
izlediniz, Gül CNN’di galiba, bir televizyona girerken “Heryer Taksim, heryer
direniş” diye gösteri yapan bir grup vardı. Gül’e en fazla 10 metre uzaklıkta
protestolarını yaptılar. Hiçbir Amerikan polisi göstericileri susturmaya,
onları yere yatırıp dövmeye falan çalışmadı. Oysa aynı şey Türkiye’de olsaydı.
Ki olamazdı zaten, çünkü zaten o göstericiler Cumhurbaşkanına başbakana o kadar
yaklaşamaz bile, ama ola ki 100 metreden böyle bir eylem yaptı. İnanın hepsinin
kafası gözü patlatılmış bazıları gözaltına alınıp tutuklanmış ve terör örgütü
üyesi oldukları gerekçesiyle haklarında 20 yıldan başlayan davalar açılmıştı.
Bu nedenle diyorum ki, demagoji yaparak kıyaslamalara gitmek
bazen insanın başını derde sokabilir. Neyse ki Amerikalılar nazik insanlarmış
da Gül’e karşı kıyaslamalar yapmamışlar.
Bak tam lafı bitireceğim yine aklıma geldi. De ki, biri
kalktı “Bizde yoksul insanlara para toplayıp da sonra bunu cebine atanlar
olursa hiç gözünün yaşına bakmayız” dedi. Yahu düşünsenize Cumhurbaşkanının
düşeceği hali. Düşer mi? Bana sormayın, siz karar verin.
Evet sevgili izleyiciler, Gül’ün Amerika gezisiyle ilgili
anlatmak istediğim başka bir konu vardı aslında, laf lafı açtı. Şimdi gelelim
oraya.
GÜVENLİK KONSEYİNE EFELENME
Gül Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki konuşmasında
tıpkı Recep Tayyip Erdoğan gibi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni yerden
yere vurdu. O da tıpkı Erdoğan gibi “Beş ülkenin hakimiyetinden ve buradaki
adaletsizlikten” söz etti.
Kulağa ilk geldiğinde doğru imiş hissi veriyor. Özellikle
yıllardır dış konularda aşağılık duygusu yaşayan “Türk’ün Türk’ten başka dostu
yoktur” sloganına sarılan, başkaları karşısında hep başımızın önde olduğuna
inanan kamuoyunun bir bölümünde bu efelenmeler çok dikkat çekiyor ve takdir
topluyor.
Başbakan’ın “Eyyy” diye başlayan Birleşmiş Milletler’e,
İsrail’e, Avrupa Birliği’ne, Fransa’ya, Almanya’ya yönelik eleştirileri
toplumun bir kesiminin yağlarını eritiyor sanki. Kaç kişiden duydum, hem de
öyle sıradan falan değil, bayağı okumuş yazmış görünümlü adam bile “helal olsun
be” dediler. Diyorlar.
Tabii nedense bu “eyyy” diye başlayan ayar vermelerin
sonunda ne kazanıyoruz, orasını da merak eden yok. Örneğin İsrail’e dediğini
bırakmadı Başbakan bugüne kadar. Ne adam öldürmeyi bilmeleri kaldı, ne terörist
devlet olmaları. İyi de ya sonuç. İsrail değişti mi? Haydi bırakın değişmeyi
biz bir şey yapabildik mi? Örneğin askeri işbirliğimiz sona erdi mi? Başbakan
babalandıktan sonra örneğin F-16 savaş uçaklarının ateşleme ve düşman tanıma
sistemlerinin kodları İsrail’den alınıp Türkiye’ye verildi mi? Ya da
ticaretimizde bir azalma oldu mu? Ne olması, bırakın ticaretin azalmasını,
İsrail’e gemiyle en çok yük taşıyan kişi bizzat Başbakan’ın oğlu değil mi? O da
ayrı bir konu ya. Çocuk bir gemi aldı. Eleştiriler üzerine Başbakan “gemicik”
dedi. Haksız da değil aslında. Çünkü aynı mahdum bey bir süre sonra iki gemi
daha aldı. Yeniler o kadar büyük ki, gerçekten ilk alınan gemi gemicik kaldı
onların yanında. Ve mahdum bey bu gemilerle geçen yıl İsrail’e en çok mal
taşıyan ve oradan getiren gemici oldu. Bu işler böyle işte. Yani “eeey” diye
başlayınca garip vatandaşın bir bölümü sanki bir şey olmuş gibi seviniyor ama
arkasında ne var diye bakmayınca olmuyor işte.
BALIKÇI BAŞBAKAN
Başbakan Almanya’ya da efelenmişti. Hani bir bakanı var ya,
Amerika’da bar işletirken keşfedilmişti de Türkiye’de büyük Türk büyükleri
arasına sokulmuştu, işte o bakan “Sarkozy’i nasıl balık tutmaya gönderdiysek
Merkel’i de göndereceğiz” falan gibi laflar etmişti. İşe bakın ki Merkel
kazandı seçimleri tekrar. Balığa gitmeyecek yani, de bizimki ne yapacak
bilemiyorum artık.
Lafı yine uzatmayayım gelelim Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’ne. Tamam “Eyyy” diyerek Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne
efelenmek güzel de, peki buna sevinen vatandaşımız nedir bu Güvenlik konseyi,
ne yapar biliyor mu?
Belki bilmeyenler için biraz bilgi vereyim. Güvenlik Konseyi
Birleşmiş Milletler’in en önemli ve etkili kurumu. Birleşmiş milletler
kararları bağlayıcı değildir, tavsiye niteliğindedir. Ama Güvenlik Konseyi
kararları bağlayıcıdır. Birleşmiş Milletler’e imza atmış her üye bu kararlara
uymak zorundadır. Haaa uyuyorlar mı, o ayrı konu. Onu da zaman kalırsa biraz
anlatırım.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 15 üyeden oluşur. Bu 15
ülkenin beşi daimidir. Diğer 10 tanesi iki yılda bir üye ülkeler tarafından
Genel Kurul’da seçilir. Türkiye geçen yıla kadar iki yıl boyunca bu heyet
içinde yer almıştı hatırlayacaksınız. O konseyde temsil edilebilmek için çok
çaba gösterilmişti. Dünyanın parası harcanmıştı özellikle Afrika ve Asya
ülkelerinde.
BM DAİMİ ÜYELERİ VE VETO
Güvenlik Konseyi’nin beş daimi delegesi Amerika, İngiltere,
Fransa ile Çin ve Rusya’dır. Çin ve Rusya hem Birleşmiş Milletler’in kurucu üye
sıfatlarıyla hem de zamanında kapitalist bloka karşı komünist blok olmaları
nedeniyle daimi üye olmuşlardır. Ancak her iki ülke, komünist sistemlerinin
yıkılmasından sonra, bu kez dünyanın en büyük askeri ve ticari güçleri olarak
konseydeki yerlerini korudular.
Şimdi gelelim can alıcı noktaya. Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin en önemli özelliği “veto haklarının”
bulunmasıdır. Yani Konsey bir ülke hakkında bir yaptırım kararı aldığında, bu
ülkelerden herhangi biri veto kararı alırsa, o karar uygulanamaz. Bunun aslında
ülkeler arasındaki hukuk ve demokrasiyi korumak olduğunu söyleyeyim,
ayrıntısını birazdan anlatırım.
Gelelim bize. Tayyip Erdoğan Güvenlik Konseyi’ni neden
eleştiriyor. Çünkü Erdoğan komşumuz Suriye’ye uluslar arası bir askeri
müdahalenin yapılmasını ve Esad rejiminin bu yolla düşürülmesini istiyor.
Birleşmiş Milletler üyesi Amerika, Fransa, İngiltere gibi
daimi üyeler da dahil güvenlik konseyindeki ülkeler de böyle bir müdahaleye
destek veriyor. Ama Çin ve Rusya veto haklarını kullanarak bu müdahalenin
yapılmasını engelliyor.
Tayyip Bey’i çıldırtan bu.
O da kalkıyor “Dünya beşten büyüktür, bu ne adaletsizlik
bütün dünya ülkeleri bir karar alıyor ama sadece beş ülkeden biri ya da ikisi
karşı çıkınca olmuyor, böyle şey olur mu? Diye soruyor.
Haklı gibi görünüyor değil mi ilk duyulduğunda. Öyle ya
herkes aynı kanıda ama Rusya karşı diye bir şey yapılamıyor.
KAZIN AYAĞI ÖYLE DEĞİL
Ama sevgili izleyiciler kazın ayağı öyle değil işte.
Güvenlik Konseyi etkili bir kurum olduğu kadar dünya ülkeleri
arasında denge sağlayan da emniyet sübabı görevi gören bir organ. Hatta
demokrasinin korunması için gerekli bir yapı.
Bu konseyin varlığını tek bir olayla eleştirirseniz
yanılırsınız. Eğer bu tür emniyet sübabınız olmazsa, dünyanın egemen güçleri
güçlerini kullanarak beğenmedikleri ülkelerle ilgili her türlü yaptırımı
devreye sokabilirler. Veto hakkı olmasa, örneğin Amerika maddi manevi gücüyle
istediği kararı çıkartabilir Birleşmiş Milletler’den. Ki çoğu zaman bunu
başarıyor da, ama iş Güvenlik Konseyi’ne gelince veto silahı devreye giriyor.
Sevgili izleyiciler Çin ve Rusya’nın bu konseyde daimi
delege olmaları boşuna değil. Birbirine taban tabana zıt ülkelere bu veto hakkı
veriliyor ki, ola ki biri bir enayilik yapmaya kalktı, önüne geçilebilsin diye.
Özellikle 90 öncesinde çift kutuplu dünyada eğer bir takım çok daha kanlı
çatışmalar savaşlar çıkmadıysa işte bu güvenlik konseyinin emniyet sübabı
görevi yapmasından kaynaklanmıştır.
Yoksa kapitalist egemen güçler beğenmedikleri, çıkarlarına
aykırı giden her ülkeye karşı yaptırım uygulatabilirdi. Ama her şeye rağmen
batı kapitalist rejimleri bile bunun tehlikesini gördükleri için alacakları
bazı kararların hiç olmazsa veto süzgecinden geçmesine razı olmuşlar zamanında.
Efendim tamam da Suriye konusunda haksızlık var ama
denilebilir mi? Denilebilir tabii. Ama o zaman Amerika, Fransa ve İngiltere’nin
İsrail’in aleyhine kaç kararı veto ettiğine de bakmak gerek.
Ayrıca demokrasi en iyi rejim, ancak aksadığı yerler yok mu?
Arızalar çıkmıyor mu? Türkiye’deki iktidar da bir demokrasi arızası sonucunda
oluşmadı mı? Yani birkaç istisna yüzünden demokrasinin tamamından mı
vazgeçeceğiz?
Bakın sevgili izleyiciler, hiç konuşmadığımız konular var.
Örneğin Birleşmiş milletler Güvenlik konseyi Türkiye hakkında da bugüne kadar
pek çok karar aldı. Özellikle Kıbrıs savaşı sırasında çıkan bütün kararlar
aleyhimizeydi. Hatta Ada’daki Türk askerinin çıkması için bile defalarca karar
alındı. Tabii bunlar uygulanamadı. Evet bu konseyin yaptırım gücü var ama, onu
da ha deyince kullanamazsınız ki. Türk askeri çıkmadı diye Aday’a askeri
operasyon yapmayı göze almak da mümkün değil. Ayrıca Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’nin Türkiye aleyhine aldığı kimi kararların Tayyip Bey’in
beğenmediği daimi üyelerin veto hakkı nedeniyle uygulanmadığı da bir gerçek.
Galiba yine süremizin sonuna geldik. İnsan kaptırınca
gidiyor işte. Bu konulara daha çok değiniriz nasıl olsa.
Yarım akşam saat 18.30’da tekrar görüşmek üzere hepinize
hoşçakalın diyorum.
0 comments
Write Down Your Responses